Amcamın bikaç tavuğuyla bir horozu vardı. Komşularının da tavukları vardı. Hepbirlikte cami avlusunda gezinirlerdi. Amcamın horozunu komşunun horozu dövüyor, boyuna kovalıyordu. Amcam bigün kendi horozunun başka horozdan dayak yediğini görünce bozuldu.
– Kesin bunu! dedi.
Amcama çok yalvardım, horozun kesilmesine engel oldum.
O gün hemen Heğbeliada'ya, bizim eve gittim. Kendi horozumu adadan getirecektim. Amcamın horozunu kovalayan o komşu horozunu dövdürecektim.
Benim horozum görülecek bişeydi. Horozluğun bütün süsü, bütün yiğitliği, bütün cakası, fiyakası onda toplanmıştı. Dövüşçü değildi, süs horozuydu. Ama öyle bakımlı, besiliydi ki, dolaylardaki bütün horozları dövüyor, kaçırıyordu. O yüzden ben de onu bütün horozları dövebilir sanıyordum. Bikez dövüşçü olmasına en büyük engel, katmerli gül gibi kat kat açılmış o güzel, o kocaman ibiğiydi. Yalım yalım yanan kıpkızıl ibiği öyle kocamandı ki, ucu sol gözünün üstüne dökümlüydü. Külhanbeylerin caka olsun diye kasketlerini biyana eğik giymeleri gibi, horozumun sola eğik ibiği de ona daha bir horozluk veriyor, cakasına caka katıyordu. Tüylerinde sarıdan kahverengiye doğru bütün renk değişimleri vardı. Tüyleri kuyruğunda lacivertleşir, kararır, eğmeç eğmeç saçılarak sarkardı. Güneş vurunca boyun tüyleri kırmızının, sarının, kına renginin bütün değişimleriyle yanardönerleşir, ışıl ışıl parlardı. Daha iki yaşındaydı.
Vapurda bir adam,
– Bu güzel horozu nereye götürüyorsun? diye sordu.
Ben de anlattım. Bunun üzerine o adam bana öğüt verdi. Horozumu yeni yerine alıştırmadan salarsam, öbür horozdan dayak vermiş. Niçin demişler, her horoz kendi çöplüğünde öter, diye... Önce biriki gün kümeste tavuklarla kalmalı, yerine alışmalı, ondan sonra dövüşe salmalıymışım. O adamın sözleri hâlâ aklımda: “Bir horoz niçin başka horozla dövüşür? Yerini, tavuklarını, kümesini, kendisini savunsun diye...” Öyle ya, yeri yurdu, tavuğu kümesi olmayan bir horoz ne diye, kimin, neyin uğruna dövüşsün...
Adamla konuşuncaya dek horozumun öbür horozu döveceğine kesinlikle inanıyordum. Ama onun sözlerinden sonra içime bir kuşku düştü; ya horozum dayak yerse...
Amcamın evine gelince o adamın öğütlerini tuttum. Horozu kümese bıraktım. Bikaç gün orda tavuklarla kaldı, tavuklara, kümese alıştı. Amcamın sünepe horozunu da biriki gaga vuruşuyla yıldırıp kaçırdı. Artık kümese egemendi. Bir sabah tavuklarla birlikte horozumu da avluya saldım. Komşunun horozu görünürlerde yoktu. Bizimki pençesiyle kanat tarayarak tavuklarına yiğitleniyor, çağrı sesleri çıkarıp çağırdığı tavuklarına horozlanıyordu. Derken komşunun horozu göründü. Bizimkini görür görmez çalımlı çalımlı, yan yan üstüne gelmeye başladı. İlkin koştu. Yaklaşınca ağırlaştı. Benim horozum da ona karşı durum aldı.
İkisi karşı karşıya, birbirlerine yarı dönüktüler. Boyun tüylerini kabartıp başlarını yere eğerek birbirlerinin çevresinde yavaş yavaş dönüyorlar, birbirlerinin açığını kolluyorlardı. İkisi de tetikteydi. Öbür horoz ak tüylü, kısacık ibikli, benimkinden daha yüksek boyluydu. İkisi karşı karşıya gelince onun üstünlüğü açıkça belli oluyordu. Benim süslü horozum tüy kabası olduğundan daha şişman görünüyordu. Ya dayak yerse horozum... Benimki yenik düşecek gibi olursa, hemen öbürünü kovalayıp kaçıracaktım.
Horozlar birbirlerinin üzerine bir atılıp geri çekildiler. Bu ilk saldırı güç sınaması gibi bişeydi. Bi daha sıçrayıp pençe pençeye geldiler. Derken dövüşçü horozların çevresinde kalabalık toplanmaya başladı. Öyle kalabalık yığıldı ki, seyirciler gitgide artarak cami avlusunu dolduruyordu. Horozları çepeçevre çeviren bu seyirciler varken, benim horozum dayak yiyecek gibi olunca öbürünü kovalamamın olasılığı yoktu. Beyaz horozun sahibi de oraya gelmişti. Hiç durmadan,
– Ha yavrum... Ha aslanım ha! Hadi oğlum... diye kendi horozunu yüreklendirmeye çalışıyordu.
Dövüş iyice hızlanmıştı. Horozumu dövüştürdüğüm için çoktan pişman olmuştum ama artık iş işten geçmişti. Benim horozum, boyu kısa olduğundan, ak horozun kısacık ibiğini gagalayamıyor, ama o her gaga atışta benim güzel horozumun katmerli çiçek gibi kat kat açılmış kocaman kırmızı ibiğinde insafsızcasına bir yara açıyordu. Horozum kan içinde kalmıştı. Ak horozla her çarpışmasında onun ak tüylerini de kendi kanına buluyordu.
Onca kişinin içinden bir insaflının çıkıp da, “Artık yeter! Yazık hayvanlara! Ayırın şunları...” demesini bekliyordum. Ama nerde! O coşkulu kalabalıkta böyle bir insaflı adamı boşu boşuna aranıp durdum. Gaga gagaya, pençe pençeye insafsız, amansız bir dövüş... Horozum daha çok dayak yiyor ama yıldığı yok. İkisi de kaçacak gibi değil.
Birara ak horoz, benim horozumun ibiğine gagasıyla öyle bir yapıştı ki çırpınan horozumu bitürlü bırakmadı, sallayıp silkeledi. Horozumun tepesine binmeye çalışıyordu. Horozum can derdiyle çırpınıp bir çalımla kendini kurtardı ama çok sersemlemişti. Biriki sendeledi, geri çekildi. İçimden, “Ah bir kaçsa da kurtulsa...” diye diledim.
Horozum geri çekilince yerden yem alır gibi yaparak yine horozlanma sesleri çıkardı. Besbelli soluklanıp dinleniyordu. Bu kez ilkin benim horozum öbürünün üzerine atıldı. Bir atıldı, bir, bidaha... Her atılışta havada çarpışıyorlardı. Ak horozun apak boyun tüyleri kelebekler gibi havada uçuşmaya başlamıştı. Uçuşan bu tüyden kelebeklerin ak kanatlarında kandan kırmızı benekler vardı.
Korkunç bişey oldu. İki horozun son havaya sıçrayıp çarpışmalarında, benim horozum mahmuzunu ak horozun boynuna geçirmiş, kursağına takıp hayvanın göğsünü deşmişti. Zavallı ak horoz yere yığılıp debelenmeye başladı. Yırtılan kursağından toprağa akan yeşilimtırak topak olmuş mısırlar, otlar, arpalardan buğular tütüyordu.
Bu amansız dövüşün yengini olan horozum, yerde debelenen, kendi kanına bulanmış ak horozun üstüne bir can alıcı gibi son kez saldırdı. Onun da gücü tükenmişti. Yaralı düşmanının üstüne yığılıp kaldı.
Sahibi ak horozu yerden alıp gitti. Elbet zavallıyı ölmeden kesecekti.
Ben horozumu aldım. Yaralı ibiğindeki kanları silip kümese koydum.
Aradan ya bir ya iki hafta geçmişti. Bigün amcamın evine gelmiştim. Horozum görünürlerde yoktu. Yengeme sordum.
– Amcan onu kestirdi, dedi.
– Neden?
– Hastalanmıştı da, mundar ölmesin diye...