Muhtar çoktan dördüncü karısını da almıştı. Ve ondan da yedi çocuğu olmuştu (Mansur, Yakup, Hacer, Kasım, Gülhan, Şerif, Mukaddes). Böylece toplam yirmi altı çocuğu vardı Muhtarın, ölenleri saymazsak, ki o saymıyordu.
Muhtarın oğullarından dördü (Yakup, Murad, Bedirhan, Abbas) evlenmişti, kızları saymazsak, ki o, saymıyordu.
Oğullarının ilk evliliklerinden on iki çocuğu olmuştu. Yakup’un iki, Murad’ın dört, Bedirhan’ın üç ve Abbas’ın üç. Murad’ın dört çocuğundan üçü, Bedirhan’ın ikisi, Abbas’ın biri ölmüştü.
Yakup’un çocukları ölmemişti. Ama o da, nedense ikide kalmıştı.
Karısı üç yıldır çocuk doğurmuyordu. Bu da Yakup’un, yirmi dört yaşında ikinci evliliği düşünmesine yol açıyordu.
Bu birbirine eklenen kerpiç evler, bir labirent gibiydi ve birinden öbürüne geçerken yolunu şaşırdığı oluyordu. Düşlerinde büyük, saray gibi bir ev vardı. Taştan. İki katlı. Belki de üç..
Neden olmasın?
Ne var ki, onun düşlerini dolduran bu evi yapacak ustalar bu yörede yoktu. Kentteki büyük yapıları, dışardan gelen mimar ve ustalar yapıyor, işleri bitince de çekip gidiyorlardı. Muhtar, Mardin evlerinin güzelliğini ve Mardinli ustaların bilgisi ve becerisini duymuştu. Bir gün dayanamayıp düşünü büyük oğlu Yakup’a açtı ve gidip Mardin’den bir usta getirmesini istedi. Yakup, Mardin’e hiç gitmemişti.
Ama babasının en sevdiği oğluydu ve ikinci evliliği için babasının yardımına gereksinimi vardı.
Büyük bir ev. Saray gibi. Hem de taştan.
Yakup da bu düşe kaptırdı kendini.
Mutfağında beş ocak olacak. Bir fırın ki, bütün köye ekmek pişirebilecek. Odalar aydınlık ve sıcak olacak...
Yakup, Mardin’e gitti.
Ve Mardin’in, babasının (ve yavaş yavaş kendinin) düşlerini dolduran taştan evlerle dolu olduğunu gördü.
Kaldığı handa, çaylarını yudumlarken, burda ne aradığını soranlara bir duvarcı ustası aradığını söyledi. Ona, en azından on isim verdiler.
Ertesi gün bu ustaları buldu Yakup.
(Mardin köyden büyüktü ama gene de küçüktü, herkes birbirini tanıyordu.)
Kimi gülerek dinledi Yakup’u. Kimi kaç para alacağını sordu.
(Yakup para işini aklına getirmemiş, babası da bu hususta hiçbir şey söylememişti.)
Aralarında yalnızca biri (adı Mirza idi)
“Çok duydum, ama hiç görmedim sizin ili, bir gidip görelim hele” dedi.
Yakup ile yola koyuldular.
Köye vardıklarında Mirza hiç şaşkınlık belirtisi göstermedi.
Muhtar, Mardin’den gelen, gözünün pek tutmadığı, bu çelimsiz ustayı o akşam evinde ağırladı. Yemekten sonra da düşündeki konuyu Mirza Usta’ya açtı.
Mardinli, anlattıkça coşan Muhtarı sessizce dinledi.
Muhtar, “Nasıl, böyle bir ev yapabilir misin bana?” diye sorduğunda ise, kısık sesiyle,
“Ama ben yalnızca bir taş ustasıyım” dedi.
“Ben senin evini yapamam” mı demekti bu?
Hayır, yapabilirmiş.
“Peki, sizin buralarda bir taş ocağı var mı?” diye sordu Mardinli.
Muhtar şaşırdı: Taş ve ocak sözcüklerini, yan yana ilk kez duyuyordu.
“Bizim burda taş da vardır, ocak da” dedi.
Mardinli, “Peki, taş ocağı da var mı?” diye yineledi sorusunu.
Burası, Mardinlinin gördüğü gibi, dağ taştı zaten.
Mardinli gülümsedi, “Ama sizin burdaki taşlarla, senin düşlediğin ev yapılmaz” dedi.
Muhtar gene anlamadı.
Mardinli açıkladı: “Evlerin duvarını örmek için özel taşlara gerek vardır. Bu taşlar da, adına taş ocağı denilen ocaklardan çıkarılır. Burdaki irili ufaklı taşlarla ancak bahçe duvarı (Muhtar bunu da duymamıştı) yapılabilir. Bir evin duvarları bu taşlarla örülecek olsa, çok geçmeden o ev çöker.”
Muhtar attan düşmüş gibi olmuştu.
Nerden bulup getirmişti Yakup bu adamı. Dillerini bile kolay kolay konuşamıyor, söylediklerinin birçoğunu Muhtar anlamıyordu bile.
Muhtarın umutsuz bakışları karşısında, Mardinli, kerpiçten de, büyük, birkaç katlı ev yapılabileceğini söyledi. Sonra ekledi:
“Ama sizin burdaki kerpiçle değil.”
“Peki nasıl kerpiçle?”
Mardinli, “Yarın da onu anlatırım” dedi gülümseyerek.
Gümüş tabakasını çıkarıp bir cigara sardı. Muhtara uzattı. Sonra bir tane de kendine sardı. Cigaralarını ateşlediler, birbirlerinin gözlerine bakarak, hiç konuşmadan tüttürdüler.
O gece Muhtar, Yakup ve Mardinli aynı odada yattılar.
Sabah gündoğumuyla yataktan kalktıklarında, Muhtar kapının önünde aptes alırken, Mardinli çıkıp köyde dolaştı. Evlerin duvarlarına baktı. Dağların yamaçlarına baktı. Gidip çeşmeden iki yudum su alıp ağzını çalkaladı. Sonra iki yudum su içti.
Döndüğünde, sabah namazı için, Muhtarın kendisini beklediğini gördü.
Ona “Ben namazımı kıldım” dedi.
O gün, Muhtara ve Yakup’a büyük bir ev için kerpiçin nasıl yapılacağını anlattı. Kaç kulaç derinliğinde temel kazılacağını, duvarların kalınlığını anlattı.
Muhtar, “Ben bunları aklımda tutamam” deyip, Öğretmeni çağırttı; ondan Mardinlinin anlattıklarını deftere yazmasını istedi.
Mardinli, Öğretmene bir evin yapımıyla ilgili her şeyi yazdırıyordu. Pencerelerin boyutları. Tavan yüksekliği. Kirişler. Kirişlerde kullanılacak ahşap. Tüm açıklamaları bittiğinde, Öğretmenin elinden kalemi alıp bir plan çizdi. Sonra Muhtarı dışarı çağırdı. Köyün, güneye bakan yamacında bir alanı göstererek, “Yapacaksan evini buraya yap”, dedi.
“Benim dediklerim uygulanırsa, evin kerpiçten de olsa senden önce göçmez.”
“Göçmez mi? dedi Muhtar. Kerpiçten büyük bir ev, çok büyük olsa bile, iki üç katlı da olsa göçmez mi?”
“Kerpiçten bir şato bile yapılabilir” dedi Mardinli gülümseyerek.
Şato?
Bu sözcüğü de duymamıştı Muhtar.
Öğle yemeğinde, o sabah vurulmuş dağ tavşanı yahnisi, pilav ve yoğurt yediler. Üstüne çay içtiler.
Mardinlinin işi bitmişti. Artık gidebilirdi.
Muhtarın, onun bu emeklerinin karşılığını (aslında hiçbir şey yapmamıştı, Mardin’den buraya gelmiş, üç gün kalmış, bir şeyler yazdırmış, bir şeyler çizmiş, evin yapılacağı yeri göstermiş, şimdi de geldiği yere dönecekti) vermesi gerekiyordu. Ama Muhtarın parası yoktu. Kemerinde sakladığı on dört altından birini de, Mardin’den buraya gelen, Mirza adındaki bu duvar ustasına veremezdi.
Mardinliye, “Bu zahmetlerin karşılığında sana bir koyun, üç toklu versem yeter mi?” diye sordu.
Mardinli, “Bir zahmetin olmadı” dedi. “Bir koyunla üç toklu çoktur. Hem onları Mardin’e dek götüremem. Sen bana, bir koyun ver, yeter.”
Muhtar, ağıldan, koyunların en cılızını çıkardı.
Ama kadınlara, Mardinli için bir azık torbası düzdürmeyi unutmadı.
Mardinli, ayrılmadan, “Sizin buralarda bir dolambaç olduğunu duymuştum, gelmişken onu da göreyim” dedi.
Muhtar bu sözcüğü de ilk kez duyuyordu.
Mardinli, dolambaçın ne olduğunu anlatmaya başladı:
Çevresi ve içi taş duvarlarla örülü, içine girenin yolunu şaşırıp, kimi kez de bulamadığı bir yapı.
Muhtar ve çevresindekiler anladılar Mardinlinin derdini.
“Evet” dediler, terk edilmiş iki Süryanî köyünün arasında bir oylakta, çok eskilerden kalma, duvarları yer yer yıkılmış ama gene de ayakta, kapısından içeri hiç kimsenin girmeye cesaret edemediği, üstü açık, içi boş, ne için yapıldığı bilinmeyen, kimilerine göre bir zamanlar delilerin içeri bırakıldığı, yollarını bulamadıkları için hiçbir zaman kaçamadıkları, yiyecek ve içeceklerinin, duvarların üzerinden atıldığı, orda yaşayıp öldükleri; kimilerine göreyse eski zaman tanrılarının barınağı, içerde hiçbir zaman, bir insanoğlunun kendilerini bulamayacağı, dilediklerinde kendilerinin çıkıp insanlara yüzlerini gösterdikleri bir yapıydı burası.
Bir söylenceye göre ise, padişahlık döneminde, belki daha da önce, bir eşkıya saklanmak için yaptırmıştı burasını. Çünkü hiç kimse içeri giremiyor, giren olursa yolunu yitiriyor ve eşkıyaya yem oluyordu.
Tüm bunları gülümseyerek dinliyordu Mardinli.
Peki, damı olmadığına göre, kış kıyamette, deliler ya da tanrılar ya da eşkıya nasıl barınıyordu burda?
Köylülerden biri, “O zamanlar damı varmış, sonra yıkılmış” dedi.
“Ya!” demekle yetindi Mardinli. Ve sordu:
“Buraya çok uzak mı?”
Evet, çok uzaktı.
Atla da gidilemez miydi?
Gidilebilirdi. Atla her yere gidilebilirdi.
Kaf Dağına bile.
Ama gidip de ne yapacaktı ki?
“Merak” dedi Mardinli.
Muhtar, “Koca Mardin’de bu deliden başkasını bulamadın mı?” dercesine baktı büyük oğlu Yakup’a.
Yakup da, “Başka hiç kimse gelmek istemedi ki!” der gibi baktı babasına.
Mardinli, Muhtara, oğlunun kendisini oraya götürüp götüremeyeceğini sordu.
Muhtar kekeledi.
“Ne yapacaksın orda? İn cin yoktur. Süryanîler köyleri boşalttıktan sonra insan ayağı basmamıştır oraya.”
“Böylece basmış olur” dedi Mardinli.
“Götürmesine götürür, dedi Muhtar, peki sonra nasıl döneceksin?”
“Bir yolunu bulurum, dedi Mardinli. Burdan ne kadar çeker?”
“Atla üç dört saat.”
“Öyleyse gidelim” dedi Mardinli.
Muhtar, “Peki, koyunu ne yapacaksın?” diye sordu.
“Onu da götüreceğim” dedi Mardinli.
“O zaman gün batımından önce varamazsınız” dedi Muhtar.
“Koyunu kucağıma alacağım, başka yüküm yok ki” dedi Mardinli.
İki at eğerlendi.
Birine Yakup bindi, birine Mardinli Mirza.
Mardinli, üç ayağı (iki arka bir ön) birbirine kınnapla bağlanmış koyunu önüne aldı. Azık çantasını da terkisine.
Yola koyuldular.
Muhtar ve tüm köy halkı, garip garip arkalarından bakıyordu.
Yıllar öncesi terk edilmiş ilk Süryanî köyüne vardıklarında, vakit ikindiydi.
Mola verdiler.
Mardinli, atından inen Yakup’a koyunu verdi. Sonra kendisi indi atından. Koyunun ayaklarını çözdü. Bıraktı.
Sonra dönüp tek tek evlere bakmaya başladı.
Evlerin yıkık taş duvarlarını okşuyordu.
Yakup’a dönüp, “Görüyor musun, burdaki evler taştan, dedi. Bir zamanlar yörede bir taş ocağı ve taş ustaları varmış.”
Yıkık evlerden birinin içine girdi. Sağına soluna bakındı. Sanki bir şey arıyordu. Aradığını bulup bulmadığı belli olmayan bir ifade ile yıkıntılardan çıktı.
Yakup’a, “Çeşme nerdeydi?” diye sordu.
Yakup, şaşkın, “Bilmiyorum. Ben bu köye ilk kez geliyorum” dedi.
“Bir çeşme olacaktı, dedi Mardinli, köyün kuzeyinde.”
Kuzeye doğru yürüdü ve evlerin uzağında, küçük, taş döşeli, (ama şimdi taşların arasında otlar bitmişti) bir alancığa vardılar. Çeşme oradaydı. Yıkık, kurumuş. Yalnız taş yalağına bir şey olmamıştı.
“Evet, dedi Mardinli, bu köyü de gördük. Hadi bakalım, yola koyulalım.”
Otlamakta olan koyunu da aldı. Aynı kınnapla arka ayaklarıyla sol ön ayağını birleştirip bağladı. Atına atladı. Yakup’un uzattığı koyunu kucağına yerleştirdi. Ardına dönüp bakmadan yola koyuldu.
Tepeye vardıklarında, dolambaç uzaktan görünüyordu. Dağın güney yamacında ise, az önce mola verdikleri köye benzeyen terk edilmiş bir köy vardı.
“Oraya gidemeyeceğiz” dedi Mardinli.
Dolambaca baktı. Tam vadinin düzlüğündeydi. Oraya varmak için dik, kaya ve makilerle kaplı yamacı inmeleri gerekiyordu. Yakup korktu, “İnmek neyse de, nasıl çıkacağım? Ve gün batmadan köye nasıl döneceğim?”
Mardinli, gözlerini uzaktaki dolambaçtan ayırmadan,
“Burdan ötesi benim yolum, dedi, alıver şu koyunu.”
Yakup (yüreğinde bir ferahlık) atından atlayıp koyunu aldı.
Mardinli de indi atından. Koyunun ayaklarını çözdü.
Boynuna bir ip bağladı.
“Sen dön artık, dedi Yakup’a. Gün batmadan köye varabilecek misin?”
“Varırım, dedi Yakup. Varamazsam Gezne’de gecelerim. Peki sen ne yapacaksın burda?”
Mardinli azık çantasını sırtına vurdu. Yakup’a döndü: “Hakkını helal et çocuk.”
“Sen de Mardinli” dedi Yakup.
Yakup’un yüreğinde ve gözlerinde ilk kez bir bilinmezle karşı karşıya gelen insanoğlunun korkusu.
“Sen ne yapacaksın?” dedi Mardinliye.
Mardinlinin gözlerinde dalgın bir gülümseme,
“Göreceğim, dedi, bir kez daha...”
“İçine girecek misin?” dedi Yakup.
“Bunun için geldim buraya” dedi Mardinli.
“Ya çıkamazsan?” dedi Yakup.
“Deneyeceğim” dedi Mardinli.
Denemek. Bu sözcüğü de hiç duymamıştı o güne değin Yakup. Sanki kendi dilinde bir sözcük değildi. Belki de değildi.
“Yolun açık olsun” dedi Yakup.
“Senin de çocuk” dedi Mardinli.
Yakup’un yüreğindeki korkunun yerini, o anda, adlandıramadığı, acımaya, yakarmaya benzeyen bir duygu almıştı.
“İstersen... dedi, istersen... sen aşağı inerken... ben burda... seni beklerim... sonra birlikte döneriz.”
Mardinli, bakışlarını dolambaçtan Yakup’un yüzüne çevirdi.
“Benim için merak etme, dedi. Sen köyüne dön.”
Sonra, elinde koyunun ipi, sırtında çantası yamaca doğru ilerledi.
Yakup, uzun bir süre, atına binmeden, sırtı Mardinliye dönük, ağır adımlarla uzaklaştı. Bir an dönüp bakmak istedi. Döndü ve baktı. Mardinli ve koyun, kayaların ve makilerin arasında yitmişlerdi. Atına atladı Yakup. Mardinlinin atını yedeğine aldı. Dönüş yolunu tuttu. O güne değin bilmediği bir şeyler öğrenmişti bu adamdan.
Ama neydi öğrendiği?
Sağlam kerpicin nasıl yapıldığı, kirişlerin yerleştiriliş biçimi, temelin derinliği ve kullanılacak harç değildi kuşkusuz.
Daha önce köyde, Öğretmene yazdırırken, Yakup dikkatle dinlemiş, bunları da öğrenmişti. Ama şimdi atının üzerinde, dönüş yolunda bunlardan başka, çok daha önemli bir şeyler öğrenmiş olduğunu duyuyor, ama bunların neler olduğunu, (kerpiç, kiriş, temel, harç misali) adlandıramıyordu.
Mardinli, durup bir soluk aldı. Yeniden baktı dolambaca.
Kimselerin girmeye cesaret edemediği bu dolambaç o ufacık çocuğun düşlerine giriyordu. Herkes bu dolambacın öyküsünü anlatırdı. O da tüm anlatılanlara inanırdı. Ama bu anlatılanlara gerçekten inanması için, onun içine girmesi gerekiyordu. Ama korkuyordu: Ya anlatılanlarda olduğu gibi çıkamazsa? Mardinli, otlamakta olan koyunun boynundaki ipi çekti.
“Hadi bakalım, gün batmadan varalım” dedi.
Yeniden kayaların ve makilerin arasından sekerek, bir ceylan çevikliğiyle aşağıya, vadiye doğru inmeye koyuldu.
Yüreği ağzındaydı. Bir gün, karların eriyip otların yeşerdiği bir Mayıs günü, sürüsünden bir koyunla bir kuzuyu alıp, hiç kimselere hiçbir şey söylemeden yola koyulmuş, koyunun sütünü, kuzusuyla paylaşarak bu tepeyi aşıp bu yamaca varmıştı.
Uzaktan dolambacı gördüğünde yüreği ağzına geliyordu. Kendisini öylesine bırakmıştı ki yamaçtan aşağı, daha yamacın ortasını bulmadan tüm bedeni kaya ve maki sıyrıklarıyla kaplanmıştı. Bin yamalı gömleği yırtılmış, sıyrıklarından kanlar akmaya başlamıştı. Tam o sırada köpeğinin havlamalarını duymuştu. Sürüyü bırakıp küçük çobanı izleyen köpek, tepeden kendini bırakmış, ona doğru koşuyordu. Yüreğine bir güven duygusu gelmişti köpeğini görünce, kanayan sıyrıklarının acısını unutmuştu.
Vadiye indiğinde hiçbir yorgunluk duymuyordu Mardinli. Elinde olmadan ardına baktı. Yalnızca yorgun koyunu gördü. “Dur” dedi, dilinden anlayan bir yaratığa seslenir gibi. “Şurda bir pınar olacaktı.” Gerçekten de orda bir pınar vardı. Elini yüzünü yudu. İki kez ağzını çalkalayıp sonra su içti. Koyunu suladı. Sonra yere oturdu. Sırtındaki azık çantasını aldı. Ama aç değildi. Hiç aç değildi.
Yüz adım ötesindeki dolambaca bakıyordu.
“Bu da yıkılmış” dedi.
Koyunu, kuzusu ve köpeği ile vardığında ilk yaptığı çevrede su aramak olmuştu. Pınarı bulur bulmaz da dördü birlikte kana kana susuzluklarını gidermişlerdi.
Sonra bıçağıyla maki dallarından iki kazık yontmuştu. Birini dolambacın doğu kapısı önüne, ikincisini batı kapısı önüne çakmıştı. Doğu kapısının önündekine köpeğini bağlamıştı. Batı kapısının önündekine kuzuyu bağlamıştı. Sonra dolambacın duvarlarını incelemişti. İnsan yapısına benzemiyordu bu duvarlar.
Çok büyük taşlardan örülmüştü. Bu büyüklükteki taşları insanlar üst üste koyamazdı.
İki kez dolambacın çevresinde dolanmış, taşları okşamış, sonra kuzusunun yanındaki koyunu zorla oradan uzaklaştırarak doğu kapısına gelmişti. Korkuyordu. Ama girecekti bu kapıdan içeri. Anlatılanların doğru olup olmadığını gözleriyle girecekti.
Köpek havlıyor, sanki içeri girmemesi için yalvarıyordu. Ama buraya değin geldiğine göre girecekti içeri.
Sonunda girdi. Bir süre ilerledikten sonra, içerde daha ince duvarlarla karşılaştı. Penceresi ve damı yoktu dolambacın. Başını kaldırdığında gökyüzünü görüyordu. Koyun şaşkın, bir sağa, bir sola gidiyor, sonra vardığı yerden geri dönüyor, duvarların oluşturduğu dar geçitlerde ilerliyorlardı. Birçok kez dönüp aynı yere geldiklerini ayrımsadı. Ama geçtiği yerlerin hiçbirinde hiçbir insan izi yoktu. Ne bir kafatası, ne bir iskelet. Sanki birisi, bir gün önce geçip temizlemişti burasını. Bir süre sonra, koyunun melemesi değişti. Ya korkuyu yenmişti, ya da çıkışa yaklaştıklarını sezmişti.
Köpeğin havlamasını da duymuyordu çocuk. Ama artık o da korkmuyordu. Sağa, sola yeniden sola, sonra yeniden sağa dönüyorlar ama ilerliyorlardı. Artık, daha önce geçtikleri yerlerden geçmez olmuşlardı. Yukarıdan, gökyüzünden değil, karşıdan yeryüzünden gelen ışıkla karşılaşana değin sürdü bu yolculuk.
Ne kadar zaman?
Bilmiyordu.
O ışığa doğru yürüdü çocuk ve koyun.
Çıkışa yaklaştıklarında kuzunun melemelerini duydu. Koyun, türünden beklenmeyen bir çeviklikle dışarı seğirtti.
“Aslında herkes başarabilirdi” dedi gülümseyerek Mardinli. Sanki karşısında biri vardı da onunla konuşuyordu.
Bunun bir düş olmadığını görmek için bunca yıl gerekmişti.
Oturduğu yerden kalktı, dolambacın doğu kapısına doğru yürüdü.